Yaşlı titreyen elleriyle raporu masasına bıraktı.Üç ayrı doktordan alınan sağlık raporları aynı şeyi söylüyordu.Pankreas kanseri ve üç aylık ömrü kalmıştı.Nasıl olurdu? Kendisi onkoloji doktoru degil miydi? Nasıl farkedememişti? Kanserin son evresiydi, bu aşamada yapılacaklar formaliteydi, meslektaşlarına göre vakit
kaybetmeden hastanede tedaviye başlanması gerekiyordu.Altmışyedi yaş, beyaz saç ve sakalı, bir hayli öndegiden göbeği, günde iki paket içtiği sigarayla ameliyat masasında doktorlara pratik kazandıran kobay olmakniyetinde değildi.

 

“ Hey gidi profesör Orhan Akcan; Doktor da oldum, pek çok hastaya şifa oldum, kendime hükmüm var mı?
Kazanma hırsı içinde hep hayatla bilek güreşi yaptım.Bu yarışın kazananı kim? Kazanmaksa birkaç evim,arabam, bankada yüklü hesabım var.Oysa hayatın benimle hesabı daha büyükmüş…Ama bitmedi benimde son kozum var elbet…”

Yaşlı adam esrik halli bedeniyle masadan kalkarken sendeledi.Akşam karanlığında, salonu aydınlatan lambanın ölgün ışığında odanın tüm eşyaları dile gelip bir şeyler söylemek ister gibiydi…Beyni projeksiyon yapıpgeçmişi gözler önüne getirmişti.Tüm mor koltuklar dolmuştu.Eşi, kızı ve oğlu donuk, soru dolu gözlerle kendisine bakıyorlardı.Ağızları kapalıydı fakat sesleri beyninde yankılanıyordu.Yavaş…yavaş… yavaş…
Elleriyle kulaklarını tıkasa da, beyninden gelen sesler uğultuya dönüştü, gürültülü sesi bastırmak için kendince kakofonik sesler çıkarmaya başladı.Dizlerinin üzerine çöktü, içindeki irini akıtmak istiyordu, hıçkıra hıçkıra konuşmaya başladı.

“ Şoför koltuğunda ben olmamalıydım, üçünüz de yaşıyor olacaktınız. Evet daha yavaş, daha yavaş
sürmeliydim.”

Orhan Akcan, eşi Oya ile fakülte yıllarında tanışmış, henüz öğrenciyken evlenmişlerdi.Evliliğinin ikinci ayında
ikizleri olacağı anlaşılınca, çocuk özlemi ağır basmış zümrüt gözlüsü okulu son sınıfında bırakmıştı.İlerleyen
aylarda bir kız bir erkek bekledikleri anlaşılan çocuklarına Ecem ve Ural isimlerini vermişlerdi.

Arkadaş ziyaretinden dönerlerken Orhan Akcan aracın önünde aniden beliren karartı halindeki canlıya çarpmamak için frene basarak direksiyon hakimiyetini kaybetmiş, eşi ve ikizleri hayata gözlerini kapatırken o da ruhunun bir
parçasını orada bırakmıştı.O güne dair hatırında kalan eşinin “yavaşla” çığlığıydı.Doğmamış çocuklarına kabuslarında yüz vermiş, o donuk yüzlerin rüyalarında baba yerine yavaş… yavaş… demesi ruhunun dehlizlerinde iyice kaybolmasına neden olmuştu.

 

Dizlerinin uyuştuğunu hissedince, eliyle yerden destek alarak kalktı, en yakınındaki tekli koltuğa et yığını gibi
bıraktı kendini…Çekmecelere kaldırılmış anılar, domino taşları gibi birbirini iterek şu an savunmasız beyinde
canlanmak için yarıştılar…Gençlere verdiği bir nasihatı hatırladı. ” Hayatını istediğin yere sürebilmek için şoför
koltuğuna sen oturmalısın.” Demişti bir konuşmasında…O vahim kazadan sonra böyle cümleler ne kurdu ne de
şoför koltuğuna oturdu.Kötü tecrübelerle öğrendi ki “ Bir şeye hız verince, o hızın çarptığı kişi sen oluyorsun.”
Sadece çekmecedeki değil, çöp kutusuna atılmış hatıralar da yüzeye çıkmak için uğraşıyorlardı.Bir taraftan
kanser hücreleri vücuduna saldırıyor, diğer taraftan anılar beynine hücum ediyordu.Ellerini cengaver bir şekilde
vücuduna doğru sallayarak çağırdı düşmanlarını… ” Alayınız gelsin…mutsuz son, başrolünde ben oynuyorum ve
bu filmi seyredeceğim.”

“Ey anılar, ruhumun en izbe yerlerinde kalmış karanlık taraflarımı, en ince ayrıntısına kadar yığın önüme
sizden korkmuyorum.Virane olmuş bedenimden bir tuğla da siz çekin yıkıntımı hızlandırın, bu yeis halim sizi
yumuşatmasın, saldırın…”
Orhan Akcan’ın dili söylese de bu zebani kılıklı anılarla uğraşacak gücü yoktu…Bu ikircikli hali geçirdiği
buhrandan kaynaklanıyordu.

“Gözlerimle ışıltıları görebilmek için önce gözlerimi karartmam gerekiyor.” Dedi ve o anda bir ışık huzmeti
gördü halüsinasyonun da etkisiyle, yılların deneyimli profesörü koltuktan titreyen dizleriyle masaya gidip, daha
önce hazır hale getirdiği ötanazi etkisi yapacak ölümcül anestezik şurubu içti, sandalyeye çöktü. Hayatla son
hesaplaşmasını yapar gibi devam etti hırıltıya dönen sesle… ” Kazadan sonra duygularımı fırına verdim,
derecesi ömür boyu oldu.” Öksürmeye başladı. Eşi ve çocuklarının siluet görüntüleri gözünün önünde canlandı.
“ Aslında onlar, cennete gitti, bir biletlik kadar uzağa… bir bilet alınır da, ancak gittiğinde nereye alındığı belli
olur.” Dedi, boynu yana eğildi, elindeki ölüm şurubunun son damlaları yere düşerken, ağzından da tek kelime
çıktı su…su…

Songül YILDIZ

Çizim: Cihangir YILDIZ

1 Yorum. Yeni Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi girin.
You need to agree with the terms to proceed

Menü