Ne kadar çok koşuyoruz! Bazen hedefe bazen belirsizliğe…Yol aldığımızı sanmalarla çok
hızlı çok hareketli dönmüşüz kendi eksenimizde…Eğer biraz şansımız varsa başımız
dönmeden durmuşuz, ya da ters talihden bir duvara çarparak…Bu duvara toslama hali bir
kere olsa neyse…Ama bazılarımız o kadar alışık ki, bu dağılan parçalardan ve eklemelerle
kendini yeniden inşa etmeye…Yol açıyor bu oluşumlar ya esnemeye ya katılaşmaya…Süreçte
gelinen nokta, içinde oluşturduğu kendi siluet anıt heykelini yapan egolu beyinler ya da bu
çöküşe kanıt olan heykeli yıkan sağ duyulu eller…
Ne kadar çok kazanıyoruz! Her şey ticarete dökülmüş, kar-zarar, maliyet hesabı… İşin
ucunda, sonunda kazanç varsa…
Tükürdüğünü yala! Büyük konuştuğunu ye! Nasıl olsa insanın
nerede olduğuna bakılıyor, oraya nasıl geldiğine değil! Bedenler her türlü şekilde… El pençe,esas duruş! Götür götürebildiğin kadar! Sandıklar, kasalar, taşımalar nereye kadar…Verilenler geri alınacak! Ne kadar ise o kadar…
Ne kadar çok yaşamak istiyoruz! Tek başınalığımızı…Kendi dünyamızın merkezine kök
salmış, göğe doğru yükselen ulu bir ağaç gibi…Yok ettiklerimizle, yıktıklarımızla kendimizi
büyüttüğümüzü zannederek… Bize sunulan sınırlı hayatın sonsuzluğundaymışız gibi
yaşayarak… Oysa bir dinleseydik ruhu can çekişenleri…Bir görseydik kendi bencilliğimizde
kaybolmuşken, bizden uzakta bıraktığımız sevdiklerimizi…Bir duysaydık kendi sesimizin
dışındaki haklı sesleri…Ruhumuzun derinliklerinden gelen yaşayalım diyen cılız sesi duyduğumuzda ne kadar çok yaşamak istiyoruz, birken biz olabilmeyi…
Ne kadar çok istiyoruz; bu da benim, o da benim, hepsi benim demeyi… Karanlığı
yaşamadan aydınlığın gelmesini…tohumları ekmeden hasat toplamayı… emek vermeden
sevginin yeşermesini…tokken aç gözlerimizle farklı lezzetleri…
İstiyoruz da, bir bakalım hesaba borçlu muyuz? Alacaklı mı?
SONGÜL YILDIZ